Ruhsuzlukla suçlanıyordum. Suçlayan kalbimdi. Böyle bir suçlamadan nasıl kurtulursunuz? Kalbiniz sizin bir parçanızdır, yaptığınız her şeyin şahidi iken nasıl onun suçlamalarını inkar eder. Yalan beyanda bulunduğunu iddia edebilirsiniz? Ben bunların hiç birini yapmadım. Sustum ve kabul ettim. Sessiz ve çoktan kabullenilmiş cezamı çekmek için, bir an önce bu yükün altından kurtulmak için, hiç direnmemiş ilk duruşmada her şeyi üstlenmiştim. Cezam? Kalbimin bana verdiği cezayı ömür boyu çekeceğimi bilmiyordum. Bana; “ sana ceza vermiyorum. Ceza vermek benim işim değil. Sadece seni vicdanınla baş başa bırakıyorum” dedi ve gitti.
Aradan yıllar geçti. Vicdanımın sesini duymamaya alışacak kadar uzun yıllar geçti ama kalbim hala dönmedi. En büyük ceza buydu işte. Tekrar sevebileceğim bir kalbimin olmaması… kalbim beni terk etmişken nasıl tekrar aşık olabilirdim. Elbette beni sevenler oldu. Onlarla beraber oldum. En azından çabaladım. Ama onlara karşılık veremiyordum. Buna ne vicdanım izin veriyordu ne de kalbimin huysuz hayaleti.
Nerede yanlış yapmıştım. Dahası nerede yanlış yaptığımı bulasam da bunca boşa geçen yılın ardından ne anlamı vardı yanlışı bulmanın? Kalbim bir gün bana geri dönse ne değişecekti? Eskisi gibi mi olacaktık, hiçbir şey olmamış gibi o karanlık gecelerde yine birbirimize sarılıp avutacak mıydık birbirimizi? Artık avutabilir miydik? İçimdeki hayalet o kadar güçlüydü ki kalbim bir gün dönmeyi kabul ederse ona yerini bırakır mıydı? Kalbim onun yakıp yıktıklarını kucaklayabilecek miydi? Hiç sanmıyorum. Dahası umut etmiyorum , edemiyorum.
Tek çözüm en başta yaptığım gibi sessiz bir kabullenişle ölümü beklemek olmalı…
Ölümü beklemek… uzun yıllarca gençliğimin o deli dolu yıllarında ölüm kaf dağının arkasında gibi görünürdü. Bana oldukça uzak ve ulaşamayacağım kadar ıraklarda…peki ya şimdi? Vicdanımın sesini unutmuşken, kalbimin geri dönmesi için yalvarırken ve belki de bu yalvarıştan vazgeçmek üzereyken, ölüm, bana ne kadar yakındı? Ben ona ne kadar yakındım? Ölümün kıyılarında gezdiğime inandığım bu yıllarda aslında ölümün kurtuluşum olacağını ve bu nedenle benden olabildiğince uzaklarda durduğunu, benden hep kaçtığını fark ettim. Kalbimle çıktığım mahkemede aldığım cezanın anlamını aslında neleri içinde barındırdığını yıllar geçtikçe, tam birinden, mesela vicdanımın o illetli sesinden kurtuldum derken ölümün benden kaçtığını anladım. Boşuna bir bekleyişmiş benimki. Hiç gelmeyecek bir treni beklemekten farkı yokmuş, çoktan terk edilmiş istasyonlarda… hayatımda neleri kaçırdığımı, söylemem gerekenler varken sustuğum zamanları, kırdığım insanları, kırkıldığım insanları gördüm, o istasyonlarda gelmeyecek treni beklerken… ve belki de o hiç gelmeyecek treni beklememin nedeni buydu, bunları görmek… hayatımda neleri yanlış yaptığımı, hangi zamanlarda haksızlığa uğradığımı, hangi zamanlarda kimlerin beni kırdığını, kimleri kırdığımı görmek içindi, tüm o bekleyişler… yeterli oldu mu? Yıllardır kalpsiz yaşamak, her sabah uyandığımda, aldığım her nefeste unutmaya çalıştığım yok saydığım vicdanım sesini duymak, keşkelerle, pişmanlıklarla, yüzleşemediğim kırgınlıklarımla ortada kalakalmak yetti mi? Yeterli olmamış demek ki… şimdilerde her sabah uyandığımda nefes alıyor olmaktan ölümün yine benden kaçtığını görmekten yorulmuş ve yılmış bir haldeyim. Bu ne zaman bitecek? Dahası bitecek mi? Meçhul…