Bu Blogda Ara

24 Ocak 2012 Salı

Umut...

umut.
 bu duyguyu anlatacak kelime bulamıyorum. en çaresiz anlarda kapıyı çalan, kurtarıcıdır umut. sahte olsa da.
olmayacak, olma ihtimalinin bile bulunmadığı durumlarda kendimizi ve aslında hayatı kandırabilmek için ortaya çıkan en vefalı dostudur insanın, umut. 
umutlar yıkıldıkları an hiç utanmadan, usanmadan yeniden ortaya çıkarlar. bambaşka bir kişiliğe bürünmüş bir halde. gururu yoktur umudun. umursamazlık anlaşması yapmış gururla.
umut gibi olmak isterdim. ona hep özeniyorum. ben de onun gibi cesur ve umursamaz olabilsem keşke. gururu elinin tersiyle itebilecek kadar güvenebilsem kendime, o kadar güçlü olabilsem keşke...
ya siz?

Ölümü Beklemek...


Ruhsuzlukla suçlanıyordum. Suçlayan kalbimdi. Böyle bir suçlamadan nasıl kurtulursunuz? Kalbiniz sizin bir parçanızdır, yaptığınız her şeyin şahidi iken nasıl onun suçlamalarını inkar eder. Yalan beyanda bulunduğunu iddia edebilirsiniz? Ben bunların hiç birini yapmadım. Sustum ve kabul ettim. Sessiz ve çoktan kabullenilmiş cezamı çekmek için, bir an önce bu yükün altından kurtulmak için, hiç direnmemiş ilk duruşmada her şeyi üstlenmiştim. Cezam? Kalbimin bana verdiği cezayı ömür boyu çekeceğimi bilmiyordum. Bana; “ sana ceza vermiyorum.  Ceza vermek benim işim değil. Sadece seni vicdanınla baş başa bırakıyorum” dedi ve gitti.
Aradan yıllar geçti. Vicdanımın sesini duymamaya alışacak kadar uzun yıllar geçti ama kalbim hala dönmedi.  En büyük ceza buydu işte. Tekrar sevebileceğim bir kalbimin olmaması… kalbim beni terk etmişken nasıl tekrar aşık olabilirdim. Elbette beni sevenler oldu. Onlarla beraber oldum. En azından çabaladım. Ama onlara karşılık veremiyordum. Buna  ne vicdanım izin veriyordu ne de kalbimin huysuz hayaleti.
Nerede yanlış yapmıştım. Dahası nerede yanlış yaptığımı bulasam da bunca boşa geçen yılın ardından ne anlamı vardı yanlışı bulmanın? Kalbim bir gün bana geri dönse ne değişecekti? Eskisi gibi mi olacaktık, hiçbir şey olmamış gibi o karanlık gecelerde yine birbirimize sarılıp avutacak mıydık birbirimizi? Artık avutabilir miydik? İçimdeki hayalet o kadar güçlüydü ki kalbim bir gün dönmeyi kabul ederse ona yerini bırakır mıydı? Kalbim onun yakıp yıktıklarını kucaklayabilecek miydi? Hiç sanmıyorum. Dahası umut etmiyorum , edemiyorum.
Tek çözüm en başta yaptığım gibi sessiz bir kabullenişle ölümü beklemek olmalı…

Ölümü beklemek… uzun yıllarca gençliğimin o deli dolu yıllarında ölüm kaf dağının arkasında gibi görünürdü. Bana oldukça uzak ve ulaşamayacağım kadar ıraklarda…peki ya şimdi? Vicdanımın sesini unutmuşken, kalbimin geri dönmesi için yalvarırken ve belki de bu yalvarıştan vazgeçmek üzereyken, ölüm, bana ne kadar yakındı? Ben ona ne kadar yakındım? Ölümün kıyılarında gezdiğime inandığım bu yıllarda aslında ölümün kurtuluşum olacağını ve bu nedenle benden olabildiğince uzaklarda durduğunu, benden hep kaçtığını fark ettim. Kalbimle çıktığım mahkemede aldığım cezanın anlamını aslında neleri içinde barındırdığını yıllar geçtikçe, tam birinden, mesela vicdanımın o illetli sesinden kurtuldum derken ölümün benden kaçtığını anladım. Boşuna bir bekleyişmiş benimki. Hiç gelmeyecek bir treni beklemekten farkı yokmuş, çoktan terk edilmiş istasyonlarda…  hayatımda neleri kaçırdığımı, söylemem gerekenler varken sustuğum zamanları, kırdığım insanları, kırkıldığım insanları gördüm, o istasyonlarda gelmeyecek treni beklerken… ve belki de o hiç gelmeyecek treni beklememin nedeni buydu, bunları görmek… hayatımda neleri yanlış yaptığımı, hangi zamanlarda haksızlığa uğradığımı, hangi zamanlarda kimlerin beni kırdığını, kimleri kırdığımı görmek içindi, tüm o bekleyişler… yeterli oldu mu? Yıllardır kalpsiz yaşamak, her sabah uyandığımda, aldığım her nefeste unutmaya çalıştığım yok saydığım vicdanım sesini duymak, keşkelerle, pişmanlıklarla, yüzleşemediğim kırgınlıklarımla ortada kalakalmak yetti mi? Yeterli olmamış demek ki… şimdilerde her sabah uyandığımda nefes alıyor olmaktan ölümün yine benden kaçtığını görmekten yorulmuş ve yılmış bir haldeyim. Bu ne zaman bitecek? Dahası bitecek mi? Meçhul…

Ruhlar Hanı...

Arşa uzanan bir han düşünün, dışarıdan kale gibi görünen. Kimsenin kuşatmaya, işgal etmeye yeltenemediği bir kale…
Ve burada sadece ruhlar yaşasa mesela. Ruhlarından sıkılanlar bıraksalar buraya ruhlarını ya da bedenlerinden sıkılan ruhların kaçabileceği bir yer olsa burası… Kale surlarının önlerinde kol gezen Azraillere inat rahatlıkla dolaşsaydı ruhlar…
Bedenlerinde oldukları zamanlarda yaşadıkları acıları, aldıkları yaraları unutabilseydiler burada… Tamamen özgür olsa ruhlarımız, cenneti olsa burası onların. Ama istediklerinde dönebilseler bedenlerine, gerçek cennete inat. Özgürlükleri onların tekeline kalsa, aşk acıtacak bir ruh, kanatacak bir kalp bulabilir miydi o zaman acaba?

Ruhuma Dokunan Yegane Adam'a

 Bir gece öyle bir gel ki; Sonbaharlar çiçek açsın gönlümde... Ruhuna emret, Ruhumun yanı başına gelsin ve onu takip et pervasızca... Elin elime değsin, aşkını hissettir dokunuşlarınla. Aşkımı hisset teninde... Gözlerinle sev beni, kalbinle gör Ruhumu... Sana nasıl aşık olduğumu Ruhuna sor. Ruhun fısıldasın sana, Ruhumun fısıltılarını ve o anda inan sana nasıl, ne kadar aşık olduğuma...

HSP

Ağlamak;
Nefes almakla eş değer oldu hayatımda. Yüreğim paramparça, içimde, ruhumun derinlerinde bitmeyen acılar… Son bir şans… Varlığı yokluğundan beter son bir şans… Umutları sürüklüyor peşinden. Kendinden vazgeçmiş umutla ne halta yarar, yaralamaktan başka…

 İsyan edişleriyle geldi bu gece… Dumanlı bir yoldu geldiği, adımları hafif çakır keyif…. Aşktı onu isyana sürükleyen acılardı belki de… Gelip oturdu yanıma. Sessiz çığlıklarımız birbirine karışırken gece güne kavuştu…

 Anlatmayın bu gece bana hiçbir şey… Susturun tüm sesleri bir tek onun sesi kalsın. Huzur peşi sıra gelir sesinin büyüsüne kapılıp… Martıların kanatlarına iliştirin tüm kaçak çoğu saklı sözleri bu gece… Ağlatmayın bu gece kimseleri beni… Sessizlik içinden bir tek onun sesi yükselsin… hadi anlatın şimdi bana yalanları, isyan dolu şarkıları söyleyin. Ya da durun anlatmayın bir tek onun sesi kalsın geceye dair…

Ayrılıklar yoksullukmuş meğer...

Yoksulluk gibi zormuş meğer tüm ayrılıklar… Dayanamayacağınızı sanıyorsunuz. Bu duruma asla alışamayacağınıza, onun gibisini bir daha asla bulamayacağınıza inanıyorsunuz. Ve ben de buna inanıyorum. Kimse onun gibi olmayacak. Yokluğuna alışamayacağım. Hep bir yanım eksik hep biraz yoksul kalacağım. Ama hayat devam ediyor. Daha nicelerini göreceksiniz, diyorlar. Gidenlerin klasik sözüdür, benden daha iyisine layıksın ya da benden daha iyisini bulacaksın. Ama sorun da buradaydı işte. Senden daha iyisini istemiyorken neden arayayım ki… Ben seninle yetinebiliyorken başkasını istemem. Aşkın bana yetiyorsa daha fazlasına ne gerek var.  Şunu diyebilse keşke her giden ben senden daha iyisini buldum. Sende bulamadığım bambaşka bir şeyler arıyorum ben. Ve sen hayatımdayken buna engel oluyorsun. Bunu bu şekilde söyleseler belki ilk başlarda daha çok kanayacağız ama hiç olmazsa daha çabuk iyileşeceğiz o zaman. Çünkü bileceğiz ki yetinemeyen kendi değil onu terk eden. Öyle ya da böyle ikisi de zor. Ayrılmak zor bir süreç. Hem terk edilen hem de terk eden için. Bunun daha ağır basan tarafı yok. İki tarafta kendince acı çeker. Ben hiç üzülmedim hiç acı çekmedim derse terk eden ya çok iyi bir yalancıdır ya da hiç sevmemiştir.